Başlığı Kendisi Olan Yazı
“Rüzgâr kuru bir çalıya takılmış; esmiyor. Havadaki boşluğu çığlıklar doldurmuş. Otlar bile biz insanlardan daha güçlü.”
“Abi iyi misin? Saatlerdir aynı şeyleri mırıldanıyorsun. Ne dediğini anlamıyoruz.”
“Bilmem kaç asırdır ortak dilini kaybetmiş insanlar olarak şurada beni iki saat anlamadan dinlemişsiniz çok mu?”
“Rüzgâr diyorsun, çalıya takılmış diyorsun, esmiyor diyorsun, otlar diyorsun, bizden daha güçlüymüş diyorsun. Ne anlamamızı istiyorsun?”
Hava kararmak üzere. Buğulu bir acının kokusu dışarıdan içeriye nüfuz etme telaşında. Tüm derdi çay ve şekeri birbirine karıştırmak olan çay kaşıklarının sesi adeta içerideki herkesin sesini, yani insanlığın sesini, bastırırcasına çıkıyordu: Karışın, karışın, karışın…
“Biz neyi karıştırdık biliyor musunuz? Bakın, biz kafalarımızı karıştırdık. Çoraklaştık. Kuruduk. Hiçbirimizin bakışları yeşil değil. Kuru dallardan oluşan çalı yığınlarıyız. Bir zamanlar yapraklarımızı serinleten rüzgâr şimdi sivri ve kuru dallarımıza saplanıp hareket edemez oldu. Esmiyor. Çünkü o artık esir. Esir olan esemez. Esmeyen rüzgâr, rüzgâr değildir. İşte bizim halimiz esir rüzgâr misali gibidir.
Size dünyanın en zor cümlesini kurayım mı? Merak ettiniz değil mi?
“Seni seviyorum.”
İşte bu. Evet, seni seviyorum dilimizin dönebileceği en zor cümlemiz.
Çünkü esiriz!
Bundan da kötü bir şey söyleyeyim mi? Hadi bu da benden olsun.
“Kendimize esiriz.”
Ahlanıp vahlanıyorsunuz, değil mi? Hakkınız var. Kendine esir olan bir insan, kendine esir olan bir millet ve kendine esir olan bir ümmet. Çok mu abarttım? Bakışlarınız ciddileşti hemen!
“Kendine esir olmak da neyin nesi? Seni seviyorum cümlesi neden dünyanın en zor cümlesi olsun ki? Yine kafalarımızı mı karıştırmak istiyorsun?”
Buğulu acının demlendiği kararmış havada, iki martı süzüldü. Karanlığı fırsat bilmiş olmalılar ki hızla tuzlu suya daldılar. Nasıl başarıyorlarsa su sıçratmadan hedeflerine ulaşıyorlar. Derken ikisinin de ağzında birer mezgit pencere önündeki beton parmaklığa kondular. Çay ocağına şöyle bir göz attılar ve adeta “İki çay,” der gibi gagalarıyla işaret ettiler.
“Balıkları yuttular gördünüz mü? Martılar diyorum sanki çay istiyorlar. Çay ve balık… Eminönü’nün balık ekmeği, bizim göz limanın balık çayı.”
“Boşver sen martıları da mırıldandığın şu meseleyi anlat hele.”
“Seni seviyorum demek öncelikle istikameti olan bir hareketi, akabinde de sarsılmaz bir duyguyu gereksinim kılar. Hangimizin istikameti kaldı? Hangimizin duyguları sarsılmaz? Hâşâ, imanımızı sorgulayacak değilim. Önce kelimeye bakalım. Seversen tüm kötülükleri örtersin. Seversen iyi davranır ve karşılığını mutlaka alırsın. Seversen yakınlaşır, muhabbet kurarsın. Halka halka, saf saf kalbinden aklına doğru genişler, büyürsün. Bireyden millete, milletten de ümmete dönüşürsün. De bakayım hele, kolay mı şimdi seni seviyorum diyebilmek?”
“Mesele ciddi, diyorsun. Hem de çok ciddi. Kudüs kadar ciddi yani. Böyle düşününce hak veriyorum sana. Otlar bile bizden daha güçlü. Şimdi daha iyi anlıyorum. Esaretimiz neticesinde sevgimiz de derinliğini kaybetmiş.”
“İşimiz gücümüz böyle boş boş konuşmak. Şimdi ben bu tespiti yaptım diye ahalinin gözünde değer kazanıyorum ya, bana da yazıklar olsun, bana bu değeri biçen ahaliye de!”
Karışın, karışın, karışın, karışın…
“Her gün bir çay ocağında tespit yaparak geçiyor ömrümüz. Mübarek, AR-GE gibiyiz. “İtinayla her türlü tespit yapılır.” Her halde bir işyeri açsaydık sloganımız böyle olurdu.
“Galiba ‘Hareket!’ diyeceksin. Sevgi kelimesindeki hareket gibi.”
“Evet, bizi ayağa kaldıracak bir hareketten bahsetmeden ne konuşursak boş. Ama hazır tespite başlamışız bir tespit daha yapayım. Böyle nitelikli tespitler yapmak gururumu okşuyor. Eninde sonunda ben de eleştirdiğim bu sosyolojinin evladı değil miyim?”
“Diyorsun ki, suçumu hafifletip masumlaşayım.”
“Evet, tam da bunu diyorum. Dinleyin şimdi ikinci tespitimi. Biz dilimize hâkim değiliz. Yo, öyle küfür, argo misallerine dalmayacağım. Dilimize hâkim değiliz çünkü kelimelerin niteliklerini bilmiyoruz. Bir kelimeyi duyunca ona hemen duygusal tepki veriyoruz. Ama taşıdığı hareketin anlamını hiç mi hiç önemsemiyoruz.”
“Sevgi kelimesine bakalım. Kelimenin sahip olduğu, kötülükleri örtme; ortadan kaldırma, iyi davranma ve yakınlaşma anlamının hareketine haiz olmuyoruz. Çünkü kendimize esiriz. Kendine esir olan sevemez. Sevmek başkasına esir olmaktır.”
“Israrla sevmek dedin ya, bak telefonumda kayıtlı, açıyorum. Müslüm Gürses, merhumdan, ‘Hangimiz sevmedik?’ Sen seversin bu şarkıyı. Yeri gelmişken dinleyelim.”
“İyi dedin, aç da dinleyelim. Bak sen şarkıyı açınca aklıma ne geldi? ‘Hangimiz Sevmedik?’ diye bir çay mekânı var. Ankara’da, kalede. Tam büyük kapının oralarda, meydanda. Gidersen, Serhat’ı bul. Çayını iç. Hele kışın gidersen çorbasını da iç. Şifadır. Serhat sana aylaklığı anlatsın. Şimdi bizim esaretimize ne alaka diyebilirsin aylaklık için. Ama Serhat sana bunu öyle bir anlatır ki, seni esir alan kuru dallarını aylaklıkla yeşerteceğin bir yola sokar seni.”
“Aylaklığı daha önce hiç düşünmedim. Bize sürekli çalışmaktan öğütler verildi. Biraz ters misal oldu sanırım bu önerin.”
“Bu bahsi uzatmayacağım. Onu Serhat’ı dinleyince anlarsın. Lakin bak şimdi bir şey daha demem lazım. Esaretimizden mevzu bahis ettik ya, temel sorun burada. İnsan kendine bir tarih kurmayı başaran tek canlı. Bunu da dil ile başarıyor. Tabi dili olanın kültürü de olur. Dil ve kültür insanı ‘insanlık’ denen bir mecraya sürüklüyor. Burada en önemli kavramlardan birisi de sembollerdir. Zira dili kurmayı başaran insan, aynı zamanda semboller ile dili zenginleştirip, kültürü, siyaseti ve ideolojiyi de geliştirmeyi başardı.”
“Buraya kadarını biz de biliyoruz. Eee, diye soralım. Eee n’olmuş yani?”
“Eeesi şöyle. İnsanoğlu sembolleri üretmiş ama bu işi o kadar ilerletmiş ki, bak başına ne işler açmış? Kültürü, siyaseti ve ideolojiyi bu semboller aracılığıyla üretmeye öyle alışmış ki hakikatleri de sembolleştirmiş. Sembolleşen hakikatler arasında neler yok ki? Sevgi var, kardeşlik var, Kudüs var, demokrasi var, özgürlük var, var da var… Kısacası sembolleşen hakikatler kendiliğini kaybetti.”
“Her şey sembolik mi oldu demek istiyorsun?”
“Şu diyalogda her şeyi bana söyletip sen susuyorsun ya, kuşkulanmıyor değilim senden. Hani derler ya, ‘Akıllı deliye söyletir.’ İşte sende de bir akıl var. Hayrolsun bakalım.”
Karışın, karışın, karışın… Çay kaşığının inatçılığına karşı bu son şekerlerin çaya karışmaya niyeti yok gibiydi. Derken müşterilerden biri sırtı dönük otururken seslendi ocakçıya. ‘Yahu bu çaylar soğuk. Ocağı mı kapattın?’ “Elbette kapattım,” dedi, ocakçı. Hadi kalkın da biz de evimize gidelim.
“Peki, bu kadar tespitten sonra bizi harekete geçirecek bir şey demeyecek misin?”
“Eh, diyelim bari. Oldu olacak, bir şey daha diyelim.”
“Söyle o zaman.”
“Bak arkadaş, bizim esaretimiz kendimize. Kalbimizdeki ve aklımızdaki prangaları kırmanın tek yolu var: Kendimize özgürleşmek. Bu nasıl olacak der gibi bakıyorsun ya bana, ben de çok baktım sendeki bu bakışlarla kendime. Rüzgâr bizim duygularımız, kuru çalılar ise nefsimiz; kurumuş haysiyetimiz. İçimizi yeşertmenin tek yolu birbirimizi sevmemiz. Seversek inandıklarımıza saldırmayız.”
“Kudüs demiştin biraz evvel. Kudüs imanı olan bir şehirdir. Onun için oldukça önemlidir. Kudüs’ü sevmek kötüyü örtmeyi, iyiyi yaymayı gerekli kılar. Bu sevgi nasıl başlar biliyor musun? Selam ile. Başka kelime arama. Hem bizi özgürleştirip bir araya getirecek, hem de bu güçlü sevgi ile ümmete sevk edecek. Gel o zaman zor bir cümle daha kuralım: Selamün aleyküm Kudüs.”
Bu yazı İkra'r Dergisi 12. Sayısında yayınlanmıştır.