Gönül Penceremiz

Dağlım. Hani kartpostallarda olur, büyükçe bir kırın içinde küçümen bir ev; işte bu evsin bana. Ve bu evde yaşamak istediğim. Güzel gördüklerimi yakıştırdığım. Bu bazen içli bir türkü, bazen bir ev, bazen gökyüzünde uçan bir kuş oluyor. Bazen Dağlım; bazen senden bir haber, bir ses, bir muştu aldığımda şöyle bir his yaşıyorum: Mevsim bahardır, sabah şükürle uyanıyorum ve bulunduğum evin camlarını açıyorum. Yüzüme çarpan hafif hava sen oluyorsun. Aslında biliyorum ki ne ev var ne açılan bir cam. Yaşanan; sana dua, sana tebessüm, sana özlem, sana sevgi diye açılan gönül penceremdir. Ben ölüp giderim, sana duam, sana vasiyetim gönül pencereni hiç kapatmayasın. Bilmelisin ki sınanacak, bilmelisin ki acılarla karşılaşacaksın. Gönül penceren açık olursa şükreder, gönül penceren açık olursa sevdiklerine şifa olan tebessümünü bırakmazsın. Hem yine zamanla, yaşadıkça, acılarını olgunlaştırmasını da öğreneceksen. Öğreneceksin insanın alırken değil verirken insan olduğunu. Bana verdiğin bahar kokulu sabahlar için sana müteşekkirim.

“Güneş çıkalı bir saat olmuştu, sabah hala taptaze, tertemiz ve güzeldi.” Sesinde az önce kalktığı beyaz çarşafların naftalin kokusu, uykunun mahmurluğu vardı. “Günaydın Dağlım,” dedim. O kadar güzel bakıyordu ki yüzüne uzun süre bakamıyordum. Hem bazen onunla konuşurken içim bir tuhaf oluyordu. Onunla konuşurken bütün kimliklerimden soyutlanmış yalnızca seven ve şımarmaya hazır bir çocuk oluyordum. Sevdikçe özlediğimi, sevdikçe uçurumlara düşer gibi türkülerin içine düştüğümü ve ancak şikâyet etmediğimi, sevdikçe daha çok sevmenin varlığını; sevdikçe Hallac, sevdikçe Hayyam, sevdikçe Mevlana olunduğunu, sevdikçe bir ateşe yaklaştığımı ve özüme doğru çekildiğimi, sevdikçe Rabb’imden daha çok razı olduğumu, sevdikçe haddini bilen ve özgür, sevdikçe tevekkül renkli bir şımarıklığa büründüğümü, sevdikçe arındığımı düşünüyordum.

Mutlu olmak isteyen hayata renk katmalı, almanın değil vermenin derdinde olmalıdır. Mutluluğun yolu vermektir. Ekmeden hangi tarladan mahsul toplayabilir ki insan? Bize düşen; Rabb’imizin her gün günlük olarak gönlümüze hediye ettiği güzelliği, merhameti, sadakayı gün bitmeden kullanmaktır. Bir gün sonra yeniden verilecektir çünkü. Bugün verilen bugünün hakkıdır ve kullanmak gerek. Yapılması gerekenleri, yarına bırakmamak lazım çünkü bize verilen bugündür, yarın bizim değildir.Çiçekle insanın farkı var elbet. Ki bu fark bizden değil Rabbimizin katındandır. İnsan da çiçektir!Her insanı çiçek sayasın ve su veresin Dağlım. Dikkatli bakarsan her çiçeğin rengi, kokusu, çiçeği ve mevsimi farklıdır. Sen su ver, ilgilen, merhamet göster de varsın çiçek sana küssün! Çiçeğe, “İlla çiçek açmalısın!” demek kalplerin, zamanın ve çiçeğin sahibi olan Yaradan’a şirk koşmaktır.

Yağmur yağıyordu, yoğun mutluluk yaşarken diğer yandan da kale duvarı gibi bizi bekleyen ayrılığı görmemezlikten gelemiyorduk. Taze otların, toprağın, yağmurun kokusu elbiselerimize siniyordu. Ağlıyorduk ve saklıyorduk. Yağmur yağarken ağlamak yağmura hüzün katıyordu. Hüzün yağıyordu.  Ve Dağlım’ın saçları taze kök kokuyordu. 

 Sonralardan düşündüğümde, Dağlım’a sarıldığımda farkında olmadan dünyaya, farkında olmadan bütün insanlara sarıldığımı anlamış, yeniden sevmiş ve içimden gelen sesi kalbimle duymuştum:

Sev ve şükret!
Dur ve bekle!
Acele etmek asla güzelliğe tekabül etmemiştir.
İçindeki o muğlak, sisler içinde olduğunu sandığın şeyin görünmesini bekle.
Ona dokun, onu tanımla, onu işle.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.