Recep Garip ile Röportaj
Röportaj: Abdulkadir ÜNAL
Aralık 2016
Şahadet olmalıdır ki, diriliş olsun.
Hocam müsaadenizle sohbetimize şiirden başlayalım. Bir medeniyet kavramımız var. Medeniyet dediğimizde insana ve insani olana dair ince dokunuşları ifade ediyoruz. Bizi medeniyet ve şiir arasındaki ilişkiyle ifade ederseniz, şiir bizim insani tarafımızın neresinde yer almakta?
Medeniyeti şiir üzerinden takip etmek demek şiirin insanla yaşıt olduğunu ifade etmek demektir. Yani insan var olduğundan bugüne, sanat unsurları insanla var olmuş. İlk insan Hz. Âdem ve Hz. Havva validemizin bir sürgün hayatı; dünya hayatı var. Dünya normal şartlarda bize göre bir sürgündür. Sürgünde olan insanlar şiir yazar, hasret çeker. Çünkü sürgünde olan insanların acıları ve pişmanlıkları vardır. Sürgün hayat, aynı zamanda insanın iç dünyasında gizli duran melekelerin ortaya çıkmasını sağlar. Bunlar doğurganlıkları ortaya çıkarır. Sürgün, doğurganlığı tetikleyen çok önemli bir vergidir diye ifade etmek lazım. Yanlış hatırlamıyorsam, Âdem Peygamber Himalaya Dağları’nda ve Havva Validemizde Arafat Dağları’nda birbirinden ayrı elli yıllık bir sürgün yaşıyorlar. Bu sürede birbirlerini arıyorlar. Bu sürgün hayatlarında yaşadıkları pişmanlık, tövbe ve kavuşma-adını nasıl ifade edersek edelim-Âdem ile Havva’nın arayışlarıdır.
“Cennetteki meyveye dokunmayın” denilen ikaza dokunmuş olmalarının sonucunda,-yasağa koşmanın, yasağa dokunmanın, yasağı yaşamanın ve yasakla hemhal olmanın sonucunda- bir pişmanlıkları var. Bu pişmanlık akabinde bir sahne değişimi var: Yani cennet perdesi kapanıyor, dünya perdesi açılıyor. Dünya perdesinin de sürgün olduğunu görüyoruz. Bu sürgünde demek ki ilk şiiri yazan Âdem Peygamberdir. İlk türküyü söyleyen, ilk hikâyeyi yazan, ilk romanı yaşayan ve ilk masalları da yazan bana göre yine Âdem Peygamberdir. Çünkü elli yıllık bu sürede bir taraftan Allah’a yalvarıyor: “Yarabbi ben ettim, biz ettik. Pişmanız, bizi affet. Sen Yaratıcımızsın”.Bu yönde af temennileri, dilekleri var. Bütün bunların içerisinde de Havva Validemiz ile buluşma talepleri var. Niye? Çünkü ikisi de insan. İki insan birbirinin eşi olacak. Bu buluşma sürecindeki çabalarının içerisinde türkülerin, manilerin, hikâyelerin, şiirlerin gizli durduğunu söylediğimizde şiirin insanla yaşıt olduğunu ifade edebiliriz. Şiirin insanla yaşıt olması demek büyük devletler haline gelmiş olan insani birikimin özünde, şiir de kendi yerini alarak insanı şehirleştirmiştir.
Bizim edebiyatımız aynı zamanda medeniyetimizi inşa eder. Bir medeniyetten bahsediliyorsa mutlaka, şiirden, sanattan ve estetikten de bahsedilmelidir. Estetiğin olabilmesi için medeniyetin olması lazımdır. Estetik varsa medeniyet var demektir. Şiir estetiği ürettiği için doğal olarak şiirin olduğu yerde medeniyet de var demektir. Büyük edebiyatçıların eğer isimleri anılıyorsa medeniyet inşa ettikleri için, tarihi değer ortaya koydukları için ve sanat icat ettikleri içindir. Büyük medeniyetlerin şiirleri vardır. Bunun için bizim medeniyete bakış açımız şiirle doğru orantılıdır. Şiirimiz bundan dolayı bir medeniyetin adıdır.
Osmanlı’nın bir başka adına da şiir medeniyeti deniliyor. Çünkü şiir bu medeniyeti besliyor ve ona rengini veriyor. Dünya kurulduğundan bu yana hiçbir topluluğun adına şiir devleti, şiir medeniyeti denilmemiş. Onun için şiirle yaşayan, şiirler yatan, şiirle kalkan, şiirle hayata anlam katan bir geçmişin çocuklarıyız. Bu yüzden şiir bizim hayatımızın nirengi noktası, merkezidir.
Sürgün kavramını kullandınız. Sürgün esasında mesafe demektir. Çünkü sürgündeki insan bir yerden alınıp başka bir yere konulmuştur. Düşünce, düşünen ile düşündüğü arasına ne denli mesafe koyarsa yoğunluğunu artırıyor. Acaba bizler buğun kendimize sürgün kapılarını kapattık mı? Arayışlarımızı sona erdirip derinlikten sığlığa mı yöneldik? Sizce yeniden bir sürgüne ihtiyacımız var mı?
Yeniden bir dirilişe ihtiyacımız var. Belki de doğru cümle bu. Çünkü kendi köklerinizden yükselmezseniz, kendi köklerinizde beslenmezseniz, kendi geçmişinizle bağlantınız olmazsa; uygarlıklar, medeniyetler inşa etmiş olan geçmiş on bin asrı yok sayarsınız. Son yüzyıl içerisinde sıfırdan başlamanın getirmiş olduğu dil, tarih, coğrafya yanlışlığından, kültür yozlaşmasından ve kendi köklerinden kopmuş olmanın kompleksi içerisinde yabancılaşmanın, batılılaşmanın getirmiş olduğu bir süreçte elbette ki sürgün olunmaz. Sürgün mesafedir, doğrudur. Tıpkı Yusuf Peygamber’in zindana atılması gibi. Oda bir mesafedir. Yusuf peygamber kendini bulması için yedi yıl zindanda kalıyor.
Zindan önemli. Zindan en büyük sürgünleri, en büyük doğurganlıkları meydana getiren mekândır. Acılar ve savaşlar insanı büyütür, besler. 15 Temmuz bütün haçlı devletlerine, Batılı devletlere karşı verilmiş olan mücadeledir; duruştur. Ve bu sıradan bir olay değildir. Demek oluyor ki artık sürgün verme zamanı gelmiştir. Şimdi doğum zamanıdır. Zira her doğum bir sürgündür. Bu bakımdan milletimizin yeniden topyekûn doğumu dirilişin sürgünüdür. Şimdi diriliş vaktindeyiz.
Zindanda çile, olgunlaşma ve pişme var. Entelektüel de modern hayatın sunduğu konfora rağmen zindanlarda kalmayı tercih ederek, toplumun ve bireylerin çilesin çekerek mi üretim yapabiliyor? Entelektüelin buradaki konumu herkesin derdini yaşayarak yalnızlaşma mıdır?
Şair, yazar, düşünce ve ilim adamları genelde toplum içerisinde bütün kalabalıklarda yalnızdırlar. Yani şaşa içerisinde, muhteşem ayinler yortular içerisinde, günler geceler içerisinde, bayramlar, şölenler içerisinde o yine yalnızdır ve yalnızlıkları yaşamaya devam eder. Çünkü onun algılama ve kavrama gücü toplumun diğer bireylerinden farklıdır. Farklı olduğu için yazma ve konuşma kabiliyeti vardır. Yazabildiği, düşünebildiği ve idrak edebildikleri için toplumun diğer bireylerinden farklı noktada durduğundan sanat icra edebiliyor. Yani bir sanatkârın ürettiği eserde, sanatkârın kendi ruhundaki yalnızlıkta aramış ve bulmuş olduğu yakalayışlar yer alır.
“Ve kefâ billâhi vekîlâ(vekîlen)”. Siz vekil olarak Allah’ı tayin edin, geriye kalan vız gelir. Bütün modern dünyanın, modern Türkiye’nin en büyük yalnızlığı, Allah’ı vekil tayin etmemesi ve insanlardan; makamlardan, postlardan medet ummasıdır. “İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su; Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.” Bu kadar yani.
İnsanın bu tarafından bakarak modern dünyanın insanı yalnızlaştırdığını, bireyselleştirdiğini söyleyebiliriz. Batının başlatmış olduğu bireyci felsefe, Allah’ın toplum üzerinde gücünün, kudretinin, merhametinin, şefkatinin, kucaklamasının cemaat üzerine olduğu anlayışının yerine geçmiş bulunmakta. “Yedullahimaal cemaa”. Allahın güç ve kudreti toplum üzerinedir; cemaat üzerinedir, birlik ve beraberlik üzerinedir. Siz bunu bireyci bir düşünce haline getirirseniz, bireyin mutluluğu, kazancı, koltuğu, abası, kürkü ortak yaşamın yerine bencillikle geçer. Bireyi mutlu et toplum ne yaparsa yapsın, yok böyle bir dünya!
Bizim yüzyıllar boyu yeryüzünde ayak bastığımız tüm insanlık coğrafyasında ki tek amacımız, insanı Allah’ın yaratmış olduğu eşref-i mahlûk bilmek ve tüm insanlığa merhametli yaklaşmaktır. Hiçbir insana zalimce yaklaşmadık. Ama Batılılar ve müşrik topluluklar hep doğu toplumlarını, İslam topluluklarını ve Türk coğrafyasını kan revan içerisinde bırakmıştır. İşte entelektüel Rabbin rızası doğrultusunda yaşamaya devam ettikçe hak ile batılı içinden dışarıya doğru ürettiği eserleriyle haykırmaya devam ediyor.
Şiir ve sanat bir yönüyle hissediş ve bir yönüyle de aklın estetiği. Bu noktadan bakınca muhafazakâr kesimin edebiyat ve sanatla olan ilişkisinde sanki sanat ve edebiyat ayrımı var. Böyle bir ayrım doğru mudur?
Ben uzun süredir şiirin, romanın ve hikâyenin menşeini Âdem Peygamberle başladığının ifade ediyorum. Bir sanatçı düşüncesi olarak bunu böyle yoruyorum ve bu yorumun ayaklarının yere bastığını düşünüyorum. Romanı her ne kadar Batılılar ortaya koymuş olsalar, yazmış olsalar da, Kur’an kıssalarına bakıldığı zaman -İncil’e, Tevrat’a, Zebur gibi vahiy kaynaklı olan bu kitaplara, dinlere bakıldığı zaman- oradaki hikâyelerin anlatılmış olan geçmiş uygarlıkların yaşamış olduğu hayat hikâyeleri bize çok ciddi roman göndermesi yapıyor. Bu romanları sen yazmazsan Batılılar yazar ve sahip çıkarlar. Bundan kaynaklı sanatın, edebiyatın, estetiğin, şiirin hiçbirisini birbirinden ayıramayız. Yani şiir musikisiz olmaz. Şiir ve musiki resimsiz olmaz. Resim ne şiirsiz olur ne musikisiz olur. Üçü birbirine muhtaçtır. Üçünün birbiri ile bütünleşmiş olması lazım. İyi bir şiir, insana dokunan bir şiirin mutlaka bir resmi ve musikisi vardır. Musikisi olmazsa resimde eksik olur. Ses tonunda eksik olur. Ritim de eksik olur.
Güzeli sevmek, güzeli görmek, güzele bakmak ve kendini bilmek sanatla ilintili olan şeylerdir. Allah’ın Musavvir sıfatı var. Biz bu sıfattan nasıl yoksun kalabiliriz? Nasıl şiiri, edebiyatı ayrı bir yere koyup sanatı ayrı bir yere koyabiliriz? Belki birileri önceden tiyatral bir olay yapmıştır ve sinemayı sonradan üretmiştir. Amma velâkin Peygamberimiz “Düşmanın silahıyla silahlanın.” buyuruyor. Düşman silahı neyse senin silahın o olacak. Dünyanın en güçlü silahı nedir şimdi? Örneğin sinema. O halde sinemadan uzak duramazsınız.
Sanatın her bir alanı insanı ilgilendiriyor ve insanın asli ihtiyaçlarından birini karşılıyorsa onu müspet yoluyla üretmemiz gerekir. İnsanın ruhunu, gönlünü ve aklını, “Ey akıl sahipleri! Ne zaman akıl edeceksiniz?” diye sıklıkla uyaran ayetler bize bu gerçekleri de hatırlatmalıdır. Allah akıl sahipleri olduğumuzu söylüyor. Nedir insanı diğerlerinden ayıran; aklı kullanmak var. Aklı kullandığı için insan bütün yeryüzündeki var olan şeyleri değerlendirebiliyor, onlara şekil verebiliyor. Yani dağdaki ağacı kesiyor ondan masa yapıyor; vazo yapıyor, ev yapıyor, kütüphane yapıyor, yol ve saray yapıyor. Dolayısıyla yeryüzünde ne kadar kıymet ve değer varsa her birini insana emanet olarak bilerek insanın adım atması gerekiyor. Yeryüzüne, gökyüzüne, denizlere, yağan yağmura ve doğan güneşe baktığınızda oradaki sanatı görmezseniz asıl sanatkârı idrak etmezseniz, gökyüzündeki o bulutların coşkusunu akıp gidişini, güneşin doğuşunda ve batışındaki o renk cümbüşünü görmezseniz, Çamlıca’dan güneşin batışını seyrettiğinizdeki şiirsel dokuyu alıp Ressam’ın fırçasıyla onu resmetmezseniz bir şeyler eksik demektir.
Müslümanca yaşamak ve Allah’ın sanatıyla düşünmek yerine aklı kötüye kullanmaya varan malum bir yapı ile karşılaştık ve 15 Temmuz sürecini yaşadık. Sanat ilişkisiyle yorumlayacak olursanız, 15 Temmuz’a gelinen süreci onun faillerini nasıl değerlendirirsiniz?
Tabi insanoğlu çok nankördür diye ifade ediliyor Kur’an ayetlerine bakıldığı zaman. İnsanoğlunun zalim olduğundan ve aklını kullanmadığından bahsediyor. Yine ayetlerde bahsedildiği gibi Rabbinin yolundan ve verdikleri sözlerden dönenlerden de bahsediliyor. Allah da kullarını ayetleriyle birçok kez ikaz ediyor. Eğer değerler insan yüreğine, gönlüne işlemiyorsa ve insan aklı, gönlüyle bunu kendi değerlerini vahiy değerleriyle buluşturmuyorsa, toplumun içerisinde ki bu nankör insanlar kendi toplum ve değerlerine elbette baş kaldıracaktır. Buradaki en büyük dert ve sıkıntıyı asıl itibariyle şairlerin, edebiyatçıların, yazarların, entelektüellerin yani aydınların bunu daha önceden görmesi ve toplumu uyarması icap ederdi. Yani şair olarak bunu bizim önceden hissetmiş olmamız ve görmüş olmamız gerekirdi.
Burada, 15 Temmuz sonrasındaki darbe şiirlerini yazmanın ötesinde bir şeyden bahsediyoruz. İnsanlar zor zamanları görmeli. Geleceği hissetmeli. Şairi, sanatkârı toplumdan ayıran normal insan olma ötesinde bazı şeyleri hissedebilme yetisinin Allah tarafından ona verilmiş olmasıdır. Toplumun diğerlerinden farkı yoksa toplumun diğerleri ile aynı şeyleri idrak ediyor ya da düşünüyorsa şairliğin ve sanatkârlığın anlamı nedir ki? Sanatkâr öncü insandır. Yol gösteren insandır. Şairler topluma yön verir. Dolayısıyla bu sürece sürüklenirken çok daha öncesinden sanatçılar toplumu daha gür sesleriyle uyarabilirdi.
Acaba FETÖ hareketi bize zindanlardan kurtuluş vaat ederek sahte bir dünyanın özgürlüğünü mü sundu?
FETÖ sadece bir maşadır. Asıl mesele yeryüzündeki hak ve batıl mücadelesin devam ediyor olmasıdır. Hak ve batıl mücadelesinde de bizi temsil eden hilaldir. Batıyı temsil eden ise haçtır. Haç ve hilal kavgası yüzyıllar boyu devam ediyor. Asırlar boyu devam ettiğine göre Haçlı Orduları Anadolu topraklarını bir kez daha yok etme adına İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya, Amerika ve İsrail dahil hepsi bir araya gelmişler ve bir maşa bulmuşlar kendi içimizden. Dolayısıyla bizde zehirli otlar da ayrık otları da çok fazla. Bundan kaynaklı bunları kullanabilecek bir imkâna sahipler.
İnsanoğlu satın alınabilecek bir değersiz değere sahip. İnsanoğlu aklını, imanı kullanırsa eşref-i mahlûk oluyor; varlıkların en şereflisi haline geliyor. Melekten üste bir hale geliyor. Ama aklını kullanmadığında, şerefini kaybettiğinde belhümadal noktasına geliyor, hayvandan daha aşağı dereceye düşüyor. Demek ki insanın hamurunda mayasında belhümadal olabilecek, hayvandan daha aşağı daha beter olabilecek vasıfları da mayasında taşıdığına göre FETÖ ve grubu, hayvanlardan daha aşağı bir derecede bu toplumu yok etme adına böyle bir cinayetin içine girmişler ve bu milletin durup dururken evlatlarını şehit etmişlerdir. Ama biz inanmalıyız ki bu millet, bu vatan, bu topraklar, bu İslam coğrafyası ve Türk coğrafyası şehit istemektedir. Şehit toprağı halinde devam edecektir. Şahadet olmalıdır ki diriliş olsun. Şahadet olmadan, şehitlik olmadan diriliş olmaz. Allah bize şahadeti nasip etsin.
Bu milletin yediden yetmişe bütün evlatları ellerini kaldırdığı zaman öyle der: “Yarabbi bize şahadeti nasip et.” Çünkü şahadetlik makamı peygamberlikten sonraki en büyük makamdır. Bu milletin yüzyıllar boyu anlayışı şahadet anlayışıdır. Şahadet anlayışını yok etmeye çalıştılar. 15 Temmuz bu milletin yeniden toparlanmasına Afrika’dan tutun yeryüzündeki ne kadar Müslüman ya da gayrimüslim ne kadar mazlum halklar varsa bunların hamisi Türkiye’dir. Yüzyıllar boyu böyle oldu. Bunu yok etme adına onlar zulüm etti ve zulüm yapmaya devam ediyorlar. Cinayetler işlemeye devam ediyorlar. Avrupa’nın göbeği Bosna’da Müslümanları diri diri toprağa gömdüler. Batılılar ve Haçlılar bunları hep yaptılar, yapmaya devam ediyorlar. Hilal’in çocukları, Hilal şemsiyesi altında bir araya gelecekler birlik ve beraberliklerini sağlayarak FETÖ ve Haçlı ittifakına karşı yekvücut olacak, vatanın birliği ve dirliği böylece muhafaza etmeye devam edecektir.
Siz, 22. Dönem Adana Milletvekili olarak parlamentoda AK Parti grubunda yer aldınız. Bir genellemeden bahsedilir; siyasetle sanat çok fazla yan yana gelmez diye. Yaşadığımız tüm olayları da hesaba katacak olursak, siyasetle sanatın yan yana gelmesine ihtiyacımız var mı?
Şöyle diyebiliriz belki; siyasetçiler sanattan, sanatkârdan, yazardan, edebiyatçıdan, şairden beslenir ve beslenmelidir de. Eğer beslenmezse siyaset yapamaz. Siyaseti ve siyasetçiyi besleyen ana damar kültürdür; sanat ve edebiyattır. Bunlar olmadan siyasetçi siyaset yapamaz. Amma velâkin siyasetçi sanatı, sanatkârı, edebiyatı, edebiyatçıyı kullanmamalıdır.
Düşünce ortaya koyabilmek, felsefe ortaya koyabilmek, hikmet ehli olabilmek ve irfan sahibi olabilmek kolay değildir. Onun için at üstünde kıtalar dolaşabilirsiniz ama bir mısra ile ebediyen kalabilirsiniz. Kıtaları dolaşırsınız ve kıtaları kaybedersiniz, atların üzerindeki binlerce akıncı toprağın altında şehit olur gider, onların isimleri bile bilinmez ama İbn-i Haldun, İbn-i Sina, Farabi, İmam-ı Gazali, Muhiddin İbn-i Arabî unutulmaz. Şeyh Galip, Nedim, Baki unutulmaz. Nazım Hikmet, Necip Fazıl unutulmaz. Nurettin Topçu, Sezai Karakoç, Yahya Kemal, Cahit Zarifoğlu, Mehmet Akif Ersoy unutulmaz. Ka’b bin Züheyr unutulmaz. Peygamber Efendimizin şairleri unutulmaz. Şuarâ(Şairler) Suresi biz unutsak da unutturmaz.
Şairler Suresi diye bir sure var Kur’an-ı Kerim’de. Şiir o kadar kıymetli o kadar önemli. Bu millet şiiri idrak ettiğinde dünyada yeniden cihan devleti olarak büyüyecektir. Büyük cihan devleti Türkiye’mizin şiiri yeniden inşa etmesi yeniden o dünyadaki o asil duruşunu ortaya koyması icap eder. Başkasını öykünerek şiiriniz var olmaz. Kendi kökleriniz üzerinde var olabilirsiniz. Hece olmadan olmaz, divan şirini bilmeden olmaz. Fransız şiirine öykünerek serbest şiir yazılabilir, yazmak mümkündür, yazılmalıdır da amma velâkin Nabi’yi bileceksiniz. Nedim’i bilmeden olur mu? Olmaz. “Olmaz ilaç sine-i sadpâreme/Çare bulunmaz bilirim yâreme”
Onun için siyaset sanatkârı kullanmamalıdır. Yazarı ve edebiyatçıyı üzmemelidir. Jean-Paul Sartrediye bir adam var. De Gaulle, Devlet Başkanı olduğu dönemde “Sartre’a dokundurmam! Çünkü Sartre Fransa’nın ta kendisidir.” diyor. Bizler devrimci adamlarız. Yeniden diriliş için devrim yapıyoruz. Her gün yeniden devrim yapıyoruz. Nuri Pakdil, “Saçlarımdan tel düşse yeryüzünde bir devrim olur.” diyor. İşte böyle.